Bazen bir yolculuk, insanın dünyaya bakışını değiştirir. Hilvan’a gitmek için sabahın erken saatlerinde otogara vardım. Hava serin, moralim yüksek, keyfim yerindeydi. Ta ki toza dönmüş tütünü sarmakta zorlanan adama sigara ikram edene kadar…
Yol arkadaşımın gideceği yer belliydi: Cezaevi. Oğlu uyuşturucu kullanımı ve satışından Hilvan Cezaevi’nde yatıyordu. Yavaş yavaş anlattı hikâyesini.
Baba belediye işçisi, anne ev hanımı. Ama evde huzur kalmamış. İddiasına göre darbeyi en yakından, kendi ailesinden yemiş. Anne, çocuğuna bel bağlamış ama o bağ koptuğunda evi terk etmiş. Diğer aile fertleri de sırt çevirince, küçük bir çocuğuyla baş başa kalmış. Şimdi, her görüş günü Hilvan Cezaevi yolu, onun için bitmeyen bir gidiş-geliş mesafesi. Tıpkı çocuğu bu illete bulaşan binlerce aile gibi…
Beni en çok etkileyen cümle şu oldu:
“Sen bana ne babalık ettin ki, neden bana nasihat ediyorsun?”
O an gözleri doldu, sesi titredi. “Akşama kadar belediyede başkanının çöpünü temizliyorum, onların rızkını kazanıyorum. Ama kendi evladım bana böyle diyor. Bazı anlar vardır ya, bütün mücadeleci ruhunuzu, kötülüğe karşı verdiğiniz savaşı bir kenara bırakıp teslim olursunuz… İşte ben tam o yerdeyim. Küçük oğlumla her görüş günü yola çıkıyoruz. Git gel ayrı masraf, cezaevi ayrı masraf, avukat ayrı masraf. Ne yapacağımızı bilemiyoruz. Tek derdimiz, biz düştük başkası düşmesin.”
O adamın sözleri, Hilvan yolunda kulağımda yankılandı. Yoksulluğun, çaresizliğin ve kırılmış bir baba yüreğinin ağırlığı, minibüsün camından dışarı baktığım her anı kapladı.
Bazı yollar var ki, varış noktasından çok, içinde taşıdığı hikâyeler insanın kalbine dokunur. Hilvan Cezaevi yolu, tam da öyle bir yol.



















