Tarihsel süreçler irdelendiğinde, hiçbir devletin, dinin ya da milliyetin katliam suçları olmadığı, kendilerinin saf süt gibi arı, duru ve tertemiz olduğu ve bu konuda istenirse belge, kayıt, dokümanlar noktasında arşivlerin (dizayn edilmiş) incelenebileceği söylenir. Resmi otoriteler (devlet, kral, başkan, ağa, şeyh, bey vb.) ise kesinlikle koruyucu melektir.
Madem ki bunların hiçbirinin, bu tür olaylarda ve olayların meydana gelmesinde zerre-i miskal bir suçları, irtibatları, bilgileri ve katılımları yoksa; zulümler, katliamlar, tacizler, tecavüzler, din bezirganları kimden ve nasıl bir kuvvet desteği alıyorlar? Kendisinden farklı olan, inanmayan, düşünmeyen ve hatta yaşamayanların mal, mülk, servet ve canlarını nasıl alabiliyor, gasp edebiliyorlar? Bu saikle kendilerine nam, şöhret ve kahramanlık nasıl kazanabiliyorlar? Bu vesileyle ermiş, evliya, güvenilir kişi, kurum, inanç vb. olabiliyorlar? Kimlerden referans alıp bunları yapabiliyorlar?
Eğer bu olaylar, bu gezegen dışında başka bir gezegenden gelen ve bizim yaşadığımız gezegende hükümranlık kurmak isteyen 3-5 harfli uzaylılar, Marslılar tarafından icra edilmediyse, tabi ki direkt olarak olayların yaşandığı coğrafyalardaki etnik yetkililer, inançlar ve halk sorumluluk altındadır. Ama gerçekte suçlu sadece devletler, halklar, dinler veya ağa, şeyh, bey, dede, baba gibi kişiler değildir.
Suç kümülatiftir. Cehalet ve körü körüne biatçılık, ben ego’sudur. Diğer tüm unsurlar kullanılan malzeme, maşa ve kuklalardır. Kendi insan neslinin düşmanlarıdır. Sorgulamayan, araştırmayan biatçı, celladına sevdalanmış sürüdür. İnsanlığın Neandertal yapısından Sapiens yaşamına ve sonraki binlerce yıllık süreç içinde dağınık da olsa klan, şehir, aile, kabile, devlet, din ve daha sonraki süreçlerde oluşacak yönetim anlayışlarının temel varlıklarını idame ettirme formülü, kendilerinden öncekileri yok etmekten veya kendilerine benzeterek asimile etmekten geçer.
Tarihsel döngülerde, tüm inançlar ve devletler, kendi egemenliklerinden önceki yaşamın nasıl yok edildiği ve yerine geldiklerinde (daha güzel, daha iyi, daha ılımlı vs. vaatlere rağmen) diktatörlüklerin, kendi dönemlerini yaymak, kabul ettirmek ve devam ettirmek için nasıl canhıraş çaba sarf ettiklerini gösterir. Önceki inançların ve yöneten halkların, mahsun bir şekilde birlikte yaşam çözümü yerine demir pençe içinde sıkılarak yok edilene kadar, posaları çıkartılana kadar, sıkıştırılmış ve tarihi bellekleri silinmiş, ya kendilerine benzetilmiş ya da yakılarak, katledilerek, tecavüz edilerek ya da köle (xulam), işçi ya da robotlaştırılmış varlıklar haline getirilmiştir.
Sebep-sonuç ilişkisinden ziyade bu tür vahşet ve barbarlık, en mahsun toplumlarda, inançlarda ve modern devlet yapılanmalarında (halen) devam ettirilmektedir. Günümüz tarihinde, çok eskilere gitmeden, Türkiye, Afganistan, Irak, Mısır, Suriye, Vietnam, Belarus, Fas, Arap Emirlikleri, Azerbaycan, Ukrayna gibi sayısız ülkede devam etmektedir ve bunların temelinde hep baskın olma, söz sahibi olma ve başkalarına, başka yaşam ve inançlara söz hakkı tanımama, onları kendi (miz) lerine benzetme yatmaktadır.
Bunun en kolay ve kusursuz yolu da “Din elden gidiyor”, “Vatan millet Sakarya” veya “Sözüm ona Barış ve Demokrasi getirme” masallarıyla yapılır. Ama asıl sebep, yok etmek, mala mülke, kadına konmak, onları kullanmak ve tahakküm altına almaktır.
Yukarıda özetlemeye çalıştığım durumlar, özelde Anadolu, Mezopotamya, Arap Yarımadası’nda daha çok ve tüm kapitalist sermaye sahibi devletlerin (Amerika, Rusya, Almanya, Fransa, İngiltere, İsrail vb.) masumane yardım adı altında asıl fail olmalarına rağmen, sütten çıkmış ak kaşık misali hayır kurumları gibi davranmalarıdır.
Allah’ın eli, kolu veya sesi, nefesi olmak ya da dinleri kâfirlerden (ne demekse, kim kime göre nasıl kâfir?) kurtarıp Cennet, huri, nuri ve parsel mükafatları dağıtmak, nemalanmaktan geçiyor. Tüm coğrafyalarda, Kürtler Ermenileri, Ermeniler Kürtleri, Türkler Arapları, Müslümanlar Hristiyanları, Almanlar Yahudileri, Müslümanlar Alevileri, ya da tam tersi “Vatanı, dini, halkı kurtarmaya çalışmışlar”, sonra da Büyük İskender, Mareşal, Halife unvanlarıyla kendilerine tahtlar, saraylar yapmışlar.
Bugün bile aynı ideoloji içinde bulunan Ermeni, Alevi, Kürt, Türk, Arap, İslam, Hristiyan, Yahudi, ateist, deist vb. kendi aralarında konuşulan ve toplumsal kararlar alınması gereken konularda uyuşmazlıklar (çoğunluk, yani erk olanların dedikleriyle) ortaya çıkınca çözmek ve kırmadan, ret ve inkar etmeden başarmak isteseler de yapamazlar. Çünkü, bilinçaltı hemen devreye girer (Ermeni değil mi, Alevi değil mi, Kürt değil mi gibi) ve aşağılayıcı, horlayıcı reaksiyonlar gösterirler. Sonra da “İşte biz biriz, biz tüm halkların birlikteliği için çalışıyor ve savunuyoruz” derler. Ama gerçek irade, bilinçaltındaki su yüzeyine çıkarak kendini belirtmiştir ve artık saklanılmaz bir ayrıştırma vardır.
Kimse, kimseyi yok saymamalıdır. Geçmişteki yanlış ve çıkar, nefis ve menfaat ilişkileri ile kendinden olmayanı, kendisi gibi inanmayanı hoş görüp, onların da bu gezegende yaşama hakkı olduğunu kabul etme erdemini göstermelidir. Herkesin kendi sınırları (dil, inanç) içinde birbiriyle üstün gelme yerine yardımlaşma, paylaşma anlayışı ile yaşanılabilir bir evren yaratma algısını yerleştirip birlikte yaşamak elzem ve asıl olan olmalıdır.
Çünkü, hiçbir katliamın haklı bir savunması olamaz. Kabullenmek ve özür dileyerek, tekrar aynı yanlışı yapmamak; yapan ya da yapmaya çalışanların karşısında durmak erdemli olan, insan olabilmenin yoludur. Ama hiçbir zaman devlet hafızalarına güvenmeden, halkın yaşayan ve yaşatılan hafızalarını irdeleyerek, dinleyerek ve günümüzü geçmişi sorgulayarak af dilemek, zarar ve ziyanların tazminini (ölen geri gelmeyeceğine göre, yaşayanlara yönelik) ortak akıl ile sağlamaktır. Bu evren herkese yeter, be usta!
Tüm evrene inançlara ve dillere selam olsun, kansız bir yaşam dileğimle aşk ile…