Ülkemizde yaşanan kadına şiddet veya sonu cinayete varan olaylara baktığımızda altta psikolojik bir “acı” gerçeğin de yattığını görürüz. Bu gerçek şu ki, bu şiddeti kadına meşru görenlerin bir kısmı da yine kadınlardır.
Eğer bir kadın sözel tacize uğramışsa diğer bazı hemcinsleri tarafından “açık giyinmiştir, hak etmiştir” ya da cinayete kurban gitmişse “erkeğin yanında veya evinde ne işi var” gibi söylemlerle sözde haklı gerekçelere dayandırılıyor.
Sadece bizim toplumumuza has bir durum mudur bilinmez ama düşen bir kadına ilk tekme bazen yine bir kadından geliyor.
Şöyle bir trajikomik durum da var: Bir kadın mutsuz olduğu bir evliliği sonlandırmaya çalıştığında onu vazgeçirmeye çalışanların başında kadınlar geliyor. Üstelik evliliği sürdürmeye yönelik konuşma yapan kadınların kendi evlilikleri de mutsuz bir şekilde sürüyor.
Bunun altında yatan düşünce bütün boyutlarıyla araştırılabilir tabi, ama temelde şunun yattığını söyleyebilirim. Bazı kadınlar boşanmayı bir zayıflığa, toplumda “iyi aile veya ev kadını” statüsünün düşmesine bağlarken bazıları da karşılarında mutlu, kendi ayakları üzerinde durabilen birini görmek istememekte.
Yani bir kadın boşanmayı seçmişse o güçlüdür, kimseye ihtiyacı yoktur ve mutluluğunu düşünen biridir imajını veriyor. Haliyle kendisinin yapamadığını yapan kişileri görünce “çekememezlik” duygusu ön plana çıkarak engellemelere başlıyorlar.
Düşmanını dışarıda arama, en yakınına bak orada görürsün derler ya, buradaki durumda öyle aslında.
Dünyayı değiştirmek istiyorsan önce kendi dünyanı değiştir sözünden hareketle şunu söyleyebilirim ki, kadına şiddetin önüne geçmek istiyorsak öncelikle kadınların ataerkil algısının değişmesi gerekmektedir.
Sorunun çözümünü yine kaynağında bulabiliriz.