İnsan Hakları Derneği Şanlıurfa Şubesi Şanlıurfa Şubesi, Emek ve Demokrasi Platformu, 10 Aralık İnsan Hakları Günü nedeniyle Rabia Meydanında bir açıklama yaptı. Grup adına basın açıklamasını İnsan Hakları Derneği Yönetim Kurulu üyesi Müslüm Saraçoğlu yaptı.
Grup adına açıklamayı yapan İnsan Hakları Derneği Yönetim Kurulu üyesi Müslüm Saraçoğlu, şu ifadelere yer verdi:
“İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nin kabul edilişinin 73. yılındayız. Covid-19 pandemisinin yol açtığı siyasal, sosyal, ekonomik, etik vb. boyutları olan küresel krizin etkileri hala devam ediyor. Bu koşullarda İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nde belirtildiği gibi barış, adalet, eşitlik, özgürlük ve insan onurunun korunmasını ve bunları güvence altına alacak demokrasi mücadelesinin verilmesini savunmaya devam ediyoruz. Çünkü insanlığın varoluşunu tehdit eden bu küresel krizden çıkışın tek yolu söz konusu değerlere sahip çıkmaktır.
Küresel salgının daha da derinleştirdiği bu kriz hali, maalesef Türkiye’de de tüm yoğunluğu ve ağırlığı ile yaşanmaktadır. Ülke, 2016 yılından bu yana önce doğrudan, 19 Temmuz 2018 tarihinden itibaren de resmen kaldırıldığı söylense de yapılan pek çok düzenleme ile kalıcılık kazandırılan bir OHAL rejimi ile yönetilmektedir. Bir yönetim tekniği olarak başvurduğu belirsizlik yaratma gücü, siyasal iktidara salgın koşullarını fırsata çevirme imkânı sağlamıştır. Salgının olağanüstü niteliği ile OHAL’i birbiriyle ilişkilendirerek erkini daha da merkezileştirip toplum üzerindeki baskı ve kontrolünü arttırmıştır. Salgınla mücadeleyi önleme ve koruma eylemi olarak değil de güvenlik sorunu olarak ele alan siyasal iktidar, böylesi durumlarda hep yaptığı üzere öncelikle insan haklarını iptal etmeye yönelmiştir.
Siyasal iktidarın ekonomiden toplum sağlığına kadar ülkenin tüm meselelerini güvenlik sorunu haline getiren, toplumu kutuplaştıran, ülke içinde ve dışında şiddeti esas alan, bilhassa da Kürt sorununun ve uluslararası sorunların çözümünde çatışma ve savaşı tek yöntem haline getiren politikaları sonucunda 2021 yılında ülkede yüksek sayılarda yaşam hakkı ihlalleri yaşanmıştır. Çok faklı toplumsal kesimlerden insanlar ya doğrudan kolluk güçlerinin şiddeti ya da devletin, “önleme ve koruma” yükümlülüğünü yerine getirmemesi sonucu yapısal şiddetin veya üçüncü kişiler tarafından gerçekleştirilen şiddetin sonucu yaşamlarını yitirmişlerdir.
İnsanlığa karşı bir suç olma vasfına rağmen işkence olgusu 2021 yılında da Türkiye’nin en başat insan hakları sorunu olmuştur. Resmi gözaltı merkezlerinin yanı sıra kolluk güçlerinin barışçıl toplanma ve gösterilere müdahalesi sırasında, sokak ve açık alanlarda ya da ev ve iş yeri gibi mekânlarda, yani resmi olmayan gözaltı yerlerinde ve gözaltı dışındaki ortamlarda yaşanan işkence ve diğer kötü muamele uygulamaları, yeni bir boyut ve yoğunluk kazanmıştır. Denilebilir ki siyasal iktidarın baskı ve kontrole dayalı yönetme tarzı sonucu günümüzde tüm ülke adeta işkence mekânı haline gelmiştir.
Yakın tarihimizin en utanç verici insan hakları ihlallerinden biri olan insanlığa karşı suç niteliğindeki zorla kaçırma/kaybetme vakalarında OHAL’in ilan edildiği 2016 yılından bu yana yeniden bir artış görülmesi ve bu tür vakaların 2021’de de yaşanması son derece endişe vericidir.
Devletlerin insan haklarına yönelik saygısının dolayımsız göstergesi olan hapishaneler, bugün Türkiye’de siyasal iktidarın hukuku bir baskı ve sindirme aracı olarak kullanmasının sonucunda tıka basa dolu durumdadır. Yaşam hakkı ihlalinden işkenceye, sağlık hakkına erişime kadar ağır ve ciddi ihlallerinin yaşandığı yerlerdir. Tek kişi ya da küçük grup izolasyonu/tecrit uygulamaları çözülemeyen kronik bir soruna dönüşmüştür.
Nitekim son olarak 9 Aralık 2021 tarihinde, bulunduğu Kandıra Kapalı Cezaevi’nde aylardır tek kişilik hücrede tutulan, bu uygulamaya itiraz ettiği için işkence ve cinsel saldırıya maruz bırakılıp tek kişilik hücrede tutulmaya devam edilen mahpus Garibe Gezer bu uygulamanın bir sonucu olarak şüpheli bir şekilde hayatını kaybetmiştir. Covid-19 salgını açısından en riskli yerlerin başında hapishaneler gelmektedir. Salgın gerekçe gösterilerek mahpusların zaten kısıtlanmış olan hakları daha da kısıtlanarak yeni bir “normal” yaratılmıştır.
Uluslararası insan hakları otoritelerinin evrensel standart ve normları hatırlatarak yaptığı uyarı ve çağrılara karşın, İnfaz Kanunu’nda 2020 yılında yapılan değişiklikten sadece eleştirel veya muhalif görüşlerini ifade edenler, yeterli yasal dayanak olmadan alıkonulan gazeteciler, akademisyenler, insan hakları savunucuları, avukatlar, seçilmiş siyasiler ve özellikle Covid-19’a karşı savunmasız olan yaşlı ve ağır hasta mahpuslar ‘Terörle Mücadele Kanunu’ gerekçe gösterilmesi nedeniyle yararlanamamıştır.
İfade özgürlüğünün korunması ve etkin kullanımı, demokratik bir toplumun can damarlarından birini oluşturur. Oysa OHAL ilanıyla birlikte siyasal iktidarın düşünce ve ifade özgürlüğüne yönelik kısıtlamaları, özellikle de basın üzerindeki kaygı verici boyutta artan baskı ve kontrolü 2021 yılında da sürmüştür.
Örgütlenme özgürlüğü, demokrasilerin işlemesi için elzem olan temel insan haklarından biridir. Türkiye’de yurttaşlar, toplu olarak bir araya gelip eyleyemedikleri ve düşüncelerini açıklayamadıkları için örgütlenme özgürlüklerini de kullanamamakta, müşterek geleceklerini şekillendirmek üzere sivil ve kamusal alana örgütlü olarak katılamamaktadırlar. 2021 yılında insan hakları örgütlerinin, dernek, vakıf, emek ve meslek örgütleri ile siyasi partilerin çok sayıda üye ve yöneticisi gözaltına alınmış, tutuklanmış, haklarında açılan davalar ile üzerlerinde baskı oluşturulmaya çalışılmıştır. Belediye eş başkanları, meclis üyeleri görevden alınmış, yerlerine kayyım atanmıştır.
Dokunulmazlıkları kaldırılan milletvekilleri tutuklanmıştır. Siyasi partilerin ve sivil toplum örgütlerinin binalarına saldırılar olmuş, parti kapatma davaları açılmıştır.
Kürt sorunu, Türkiye’nin demokratikleşmesinin önündeki en temel engellerden bir olarak varlığını korumaktadır. Sorunun barışçıl, demokratik ve adil çözümüne yönelik esas olarak iktidar tarafından içtenlikli, bütünlüklü adımların atılmaması, yanı sıra Ortadoğu’daki gelişmelerin de etkisi ile 7 Haziran 2015 Genel Seçimlerinin hemen ardından başlayan silahlı çatışma ortamı halen sürmekte ve başta yaşam hakkı olmak üzere ağır ve ciddi insan hakları ihlallerine yol açmaktadır. Özellikle son genel seçimlerde 6.5 milyon yurttaşın oyunu almış olan HDP’nin kapatılması girişimi, başta Kürtler olmak üzere
Türkiye toplumunun önemli bir bölümünü katılım ve temsil mekanizmalarının dışına itecek, siyasal hakları kullanma imkanından yoksun bırakacaktır.
Bu durum toplumsal barışa ve bir arada yaşama iradesine büyük zararlar verecek olması bakımından son derece kaygı verici bir gelişmedir. Hak savunucuları olarak bizler, Kürt sorununun her zaman demokratik, barışçıl ve adil çözümünü savunduk. Bunda ısrarlıyız. O nedenle, çatışmaların hemen şimdi durmasını istiyoruz. Çatışmasızlık ortamının tesisi ile birlikte çatışmasızlık halinin yaşanan olumsuzluklardan da hareketle tahkim edilmiş bir hale getirilerek güçlendirilmesi, izlenmesi ve toplumsal barışın sağlanabilmesi için tüm tarafların içtenlikli, etkin programlar geliştirmesi gerekmektedir.
Artık Türkiye toplumunun bir parçası, asli unsuru haline gelen sığınmacı/ mülteci/ göçmenler, hala her türlü ayrımcılığa ve istismara, nefret söylemine ve ekonomik sömürüye yoğun bir şekilde maruz kalıyorlar. 2021 yılında kolluk güçlerinin, sivil kişilerin ırkçı ve nefret içerikli şiddetine maruz kalan sığınmacı ve mülteciler yaşamlarını yitirdiler. İnsan kaçakçıları tarafından ölüme sürüklendiler. Salgının fiziksel, ruhsal, sosyal ve ekonomik tüm sonuçlarını en ağır bir şekilde yaşayan sığınmacı ve mülteciler, ne yazık ki toplumumuz açısından görmezden gelinen, hatta gözden çıkarılan hayatlar oldular.
Türkiye son kırk yılın en ağır ekonomik krizlerinden birini yaşıyor. Yıllardır uygulanan borçlanmaya dayalı neoliberal ekonomi politikalarının sebep olduğu yoksullaşma, güvencesizleşme ve örgütsüzleşme, OHAL uygulamaları ile daha da derinleşmiş ve süreklilik kazanmıştır. Covid-19 salgını ile birlikte bu tablo daha vahim bir görünüm kazanmıştır. Bugün ülkede hem biyolojik hem de sosyal yaşamını sürdürülebilmesi için salgın koşullarında çalışmak zorunda olan milyonlarca kişi bulunmaktadır. Bu kişilerin maruz kaldığı hak ihlalleri büyük bir çeşitlilik göstermektedir. Bu ihlallerin en başında ise iş cinayetleri gelmektedir. En görünür haliyle 2018 yılından beri yaşanmakta olan ekonomik kriz, Covid-19 salgını ile daha derinleşmiş ve içinden çıkılmaz bir hal almıştır. Hayat pahalılığı, işsizlik ve yoksulluk en çok kadınları, çocukları, mülteci ve sığınmacıları vurmaktadır”
Grup adına açıklamayı yapan İnsan Hakları Derneği Yönetim Kurulu üyesi Müslüm Saraçoğlu, şu ifadelere yer verdi:
“İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nin kabul edilişinin 73. yılındayız. Covid-19 pandemisinin yol açtığı siyasal, sosyal, ekonomik, etik vb. boyutları olan küresel krizin etkileri hala devam ediyor. Bu koşullarda İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nde belirtildiği gibi barış, adalet, eşitlik, özgürlük ve insan onurunun korunmasını ve bunları güvence altına alacak demokrasi mücadelesinin verilmesini savunmaya devam ediyoruz. Çünkü insanlığın varoluşunu tehdit eden bu küresel krizden çıkışın tek yolu söz konusu değerlere sahip çıkmaktır.
Küresel salgının daha da derinleştirdiği bu kriz hali, maalesef Türkiye’de de tüm yoğunluğu ve ağırlığı ile yaşanmaktadır. Ülke, 2016 yılından bu yana önce doğrudan, 19 Temmuz 2018 tarihinden itibaren de resmen kaldırıldığı söylense de yapılan pek çok düzenleme ile kalıcılık kazandırılan bir OHAL rejimi ile yönetilmektedir. Bir yönetim tekniği olarak başvurduğu belirsizlik yaratma gücü, siyasal iktidara salgın koşullarını fırsata çevirme imkânı sağlamıştır. Salgının olağanüstü niteliği ile OHAL’i birbiriyle ilişkilendirerek erkini daha da merkezileştirip toplum üzerindeki baskı ve kontrolünü arttırmıştır. Salgınla mücadeleyi önleme ve koruma eylemi olarak değil de güvenlik sorunu olarak ele alan siyasal iktidar, böylesi durumlarda hep yaptığı üzere öncelikle insan haklarını iptal etmeye yönelmiştir.
Siyasal iktidarın ekonomiden toplum sağlığına kadar ülkenin tüm meselelerini güvenlik sorunu haline getiren, toplumu kutuplaştıran, ülke içinde ve dışında şiddeti esas alan, bilhassa da Kürt sorununun ve uluslararası sorunların çözümünde çatışma ve savaşı tek yöntem haline getiren politikaları sonucunda 2021 yılında ülkede yüksek sayılarda yaşam hakkı ihlalleri yaşanmıştır. Çok faklı toplumsal kesimlerden insanlar ya doğrudan kolluk güçlerinin şiddeti ya da devletin, “önleme ve koruma” yükümlülüğünü yerine getirmemesi sonucu yapısal şiddetin veya üçüncü kişiler tarafından gerçekleştirilen şiddetin sonucu yaşamlarını yitirmişlerdir.
İnsanlığa karşı bir suç olma vasfına rağmen işkence olgusu 2021 yılında da Türkiye’nin en başat insan hakları sorunu olmuştur. Resmi gözaltı merkezlerinin yanı sıra kolluk güçlerinin barışçıl toplanma ve gösterilere müdahalesi sırasında, sokak ve açık alanlarda ya da ev ve iş yeri gibi mekânlarda, yani resmi olmayan gözaltı yerlerinde ve gözaltı dışındaki ortamlarda yaşanan işkence ve diğer kötü muamele uygulamaları, yeni bir boyut ve yoğunluk kazanmıştır. Denilebilir ki siyasal iktidarın baskı ve kontrole dayalı yönetme tarzı sonucu günümüzde tüm ülke adeta işkence mekânı haline gelmiştir.
Yakın tarihimizin en utanç verici insan hakları ihlallerinden biri olan insanlığa karşı suç niteliğindeki zorla kaçırma/kaybetme vakalarında OHAL’in ilan edildiği 2016 yılından bu yana yeniden bir artış görülmesi ve bu tür vakaların 2021’de de yaşanması son derece endişe vericidir.
Devletlerin insan haklarına yönelik saygısının dolayımsız göstergesi olan hapishaneler, bugün Türkiye’de siyasal iktidarın hukuku bir baskı ve sindirme aracı olarak kullanmasının sonucunda tıka basa dolu durumdadır. Yaşam hakkı ihlalinden işkenceye, sağlık hakkına erişime kadar ağır ve ciddi ihlallerinin yaşandığı yerlerdir. Tek kişi ya da küçük grup izolasyonu/tecrit uygulamaları çözülemeyen kronik bir soruna dönüşmüştür.
Nitekim son olarak 9 Aralık 2021 tarihinde, bulunduğu Kandıra Kapalı Cezaevi’nde aylardır tek kişilik hücrede tutulan, bu uygulamaya itiraz ettiği için işkence ve cinsel saldırıya maruz bırakılıp tek kişilik hücrede tutulmaya devam edilen mahpus Garibe Gezer bu uygulamanın bir sonucu olarak şüpheli bir şekilde hayatını kaybetmiştir. Covid-19 salgını açısından en riskli yerlerin başında hapishaneler gelmektedir. Salgın gerekçe gösterilerek mahpusların zaten kısıtlanmış olan hakları daha da kısıtlanarak yeni bir “normal” yaratılmıştır.
Uluslararası insan hakları otoritelerinin evrensel standart ve normları hatırlatarak yaptığı uyarı ve çağrılara karşın, İnfaz Kanunu’nda 2020 yılında yapılan değişiklikten sadece eleştirel veya muhalif görüşlerini ifade edenler, yeterli yasal dayanak olmadan alıkonulan gazeteciler, akademisyenler, insan hakları savunucuları, avukatlar, seçilmiş siyasiler ve özellikle Covid-19’a karşı savunmasız olan yaşlı ve ağır hasta mahpuslar ‘Terörle Mücadele Kanunu’ gerekçe gösterilmesi nedeniyle yararlanamamıştır.
İfade özgürlüğünün korunması ve etkin kullanımı, demokratik bir toplumun can damarlarından birini oluşturur. Oysa OHAL ilanıyla birlikte siyasal iktidarın düşünce ve ifade özgürlüğüne yönelik kısıtlamaları, özellikle de basın üzerindeki kaygı verici boyutta artan baskı ve kontrolü 2021 yılında da sürmüştür.
Örgütlenme özgürlüğü, demokrasilerin işlemesi için elzem olan temel insan haklarından biridir. Türkiye’de yurttaşlar, toplu olarak bir araya gelip eyleyemedikleri ve düşüncelerini açıklayamadıkları için örgütlenme özgürlüklerini de kullanamamakta, müşterek geleceklerini şekillendirmek üzere sivil ve kamusal alana örgütlü olarak katılamamaktadırlar. 2021 yılında insan hakları örgütlerinin, dernek, vakıf, emek ve meslek örgütleri ile siyasi partilerin çok sayıda üye ve yöneticisi gözaltına alınmış, tutuklanmış, haklarında açılan davalar ile üzerlerinde baskı oluşturulmaya çalışılmıştır. Belediye eş başkanları, meclis üyeleri görevden alınmış, yerlerine kayyım atanmıştır.
Dokunulmazlıkları kaldırılan milletvekilleri tutuklanmıştır. Siyasi partilerin ve sivil toplum örgütlerinin binalarına saldırılar olmuş, parti kapatma davaları açılmıştır.
Kürt sorunu, Türkiye’nin demokratikleşmesinin önündeki en temel engellerden bir olarak varlığını korumaktadır. Sorunun barışçıl, demokratik ve adil çözümüne yönelik esas olarak iktidar tarafından içtenlikli, bütünlüklü adımların atılmaması, yanı sıra Ortadoğu’daki gelişmelerin de etkisi ile 7 Haziran 2015 Genel Seçimlerinin hemen ardından başlayan silahlı çatışma ortamı halen sürmekte ve başta yaşam hakkı olmak üzere ağır ve ciddi insan hakları ihlallerine yol açmaktadır. Özellikle son genel seçimlerde 6.5 milyon yurttaşın oyunu almış olan HDP’nin kapatılması girişimi, başta Kürtler olmak üzere
Türkiye toplumunun önemli bir bölümünü katılım ve temsil mekanizmalarının dışına itecek, siyasal hakları kullanma imkanından yoksun bırakacaktır.
Bu durum toplumsal barışa ve bir arada yaşama iradesine büyük zararlar verecek olması bakımından son derece kaygı verici bir gelişmedir. Hak savunucuları olarak bizler, Kürt sorununun her zaman demokratik, barışçıl ve adil çözümünü savunduk. Bunda ısrarlıyız. O nedenle, çatışmaların hemen şimdi durmasını istiyoruz. Çatışmasızlık ortamının tesisi ile birlikte çatışmasızlık halinin yaşanan olumsuzluklardan da hareketle tahkim edilmiş bir hale getirilerek güçlendirilmesi, izlenmesi ve toplumsal barışın sağlanabilmesi için tüm tarafların içtenlikli, etkin programlar geliştirmesi gerekmektedir.
Artık Türkiye toplumunun bir parçası, asli unsuru haline gelen sığınmacı/ mülteci/ göçmenler, hala her türlü ayrımcılığa ve istismara, nefret söylemine ve ekonomik sömürüye yoğun bir şekilde maruz kalıyorlar. 2021 yılında kolluk güçlerinin, sivil kişilerin ırkçı ve nefret içerikli şiddetine maruz kalan sığınmacı ve mülteciler yaşamlarını yitirdiler. İnsan kaçakçıları tarafından ölüme sürüklendiler. Salgının fiziksel, ruhsal, sosyal ve ekonomik tüm sonuçlarını en ağır bir şekilde yaşayan sığınmacı ve mülteciler, ne yazık ki toplumumuz açısından görmezden gelinen, hatta gözden çıkarılan hayatlar oldular.
Türkiye son kırk yılın en ağır ekonomik krizlerinden birini yaşıyor. Yıllardır uygulanan borçlanmaya dayalı neoliberal ekonomi politikalarının sebep olduğu yoksullaşma, güvencesizleşme ve örgütsüzleşme, OHAL uygulamaları ile daha da derinleşmiş ve süreklilik kazanmıştır. Covid-19 salgını ile birlikte bu tablo daha vahim bir görünüm kazanmıştır. Bugün ülkede hem biyolojik hem de sosyal yaşamını sürdürülebilmesi için salgın koşullarında çalışmak zorunda olan milyonlarca kişi bulunmaktadır. Bu kişilerin maruz kaldığı hak ihlalleri büyük bir çeşitlilik göstermektedir. Bu ihlallerin en başında ise iş cinayetleri gelmektedir. En görünür haliyle 2018 yılından beri yaşanmakta olan ekonomik kriz, Covid-19 salgını ile daha derinleşmiş ve içinden çıkılmaz bir hal almıştır. Hayat pahalılığı, işsizlik ve yoksulluk en çok kadınları, çocukları, mülteci ve sığınmacıları vurmaktadır”